29 Ağustos 2009 Cumartesi

Özgürlük 300 bin dolar…


Livaneli çok kızmış çok…

Ağzından neler çıkmış neler…

Bunlara gelmeden size mevzuyu kısaca anlatayım.

Ömer Zülfü Livaneli, ‘’Özgürlük’’ adıyla bir beste yapıyor.

Sonra bu besteyi bir GSM firmasına 300 bin dolara satıyor.

Bu satış önce saklanıyor sonra açığa çıkıyor.

Eleştiri falan alıyor ve Livaneli şunu diyor:

"Şarkılarım artık benim değil halkın"

Zaten kıyamette ondan sonra kopuyor.

Nasıl mı?

Ünlü mizah dergisi Leman'dan Başan Başaran ise "reklamdan aldığı parayı da o zaman bize verse ya. Şarkı bizim ama para sizin... Bari kontör versinler...” diyerek bir kez daha konuyu ti'ye alıyor…

Bu noktadan sonra Livaneli’yi tutabilene aşk olsun… Bakın neler diyor?

-Bu tartışmaların hepsini izlemiyorum. Çünkü çok affedersiniz ama bana "çok aptalca ve soysuzca" geliyor. Kusura bakmayın ama bunlar deli saçması! Bunlarla uğraşacağım ben.

-Bakın hanımefendi, ben onları okumuyorum. Kim yazmışsa halt etmiş. Kimin yazdığını bilmiyorum ama aşağılığın biriymiş. Türkiye'de her deli, her kompleksli sitede kalkıp bir şey yazdı diye, ben yaşayamam o zaman.

-Leman dergisinden...

-Ne bileyim ben aşağılıkça bir şey! Nedir bu ne biçim şey böyle. Özgürlüğü neden satmışım! İt oğlu it, sende yaz sen de sat.

-Ancak bakın medya sitelerinde var bu!

-Medya sitesi dediğiniz, gazetelere giremeyen iş bulamayan ya da bulan yarım yamalak kompleksli kişilerin sinirlerini boşalttıkları yer.

Mevzu budur!

Bence büyük hata Ömer Zülfü Livaneli Beyindir.

Niye mi?

Yahu kardeşim!

Beste benim, evet, sattım!

Evet, 300 bin dolara GSM firmasına sattım!

Sana ne!

Diyeceği yerde halkın malıdır, halka mal olmuştur dersen yanarsın…

Ömer Bey, sizin besteniz nerden halkı malı oluyor?

Resmen GSM firmasını malı oluyor.

Size ait bir beste var mı?

Var.

Bunun ticareti var mı?

Var.

Bestenin sahipliği, sizden GSM firmasına geçişi var mı?

Var.

Tüm bu işlemlerde halk var mı?

Yok.

O zaman kızmanızın gereği de yok…

İnanın! Ne parasında, ne satışında, ne de başka bir şeyinde hasetliğim var.

Bu işlemde halkı, malkı karıştırmayacaksın o kadar…

İlla eski solcu ya, çok severiz halk lafını… Ağzından çıkıvermiş herhalde…

Neyse isimdaşıma geçmiş olsun diyorum! Daha nice besteler ve şarkılar üretmesini diliyorum…

Saygı ve sevgilerimle…

Ömer Özdamar/29 Ağustos 2009/Burdur-Türkiye

‘’Dünyamızı sorularımızın cesareti ve yanıtlarımızın derinliğiyle önemli kılarız. (Carl Sagan)’’

Siz hala kitabımı almadınız mı? O zaman adresi veriyorum:

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=439776

http://www.idefix.com/kitap/normal-otesi-ask-omer-ozdamar/tanim.asp?sid=UMSURS3EM4WBRLD0UYO8

23 Ağustos 2009 Pazar

Papa müslüman olmuş!


- 12 Eylül öncesinde İstanbul Ülkü Ocakları Başkanıı olan Mehmet Kocabaş, PKK’nın medya uzantısı olan ROJ TV’de yayınlanan bir programa katılmış

- Bir köşe yazarımız Rojin ile Ajda’nın Türkiye adına Eurovision şarkı yarışmasına katılmasını ve Türkçe-Kürtçe düet yapmasını istemiş…

- İmralı’dan 90 gün süreyle müzakere isteyen mesaj gelmiş…

Sonra ne olmuş?

Vatandaş sersemlemiş…

Neden?

Arkaya, arkaya gelen ve gözünün içine sokulan şok haberler karşısında…

Çok güldüm ama…

Neye mi?

Sevgili Okuyucumuz bir yorum yapmış ama müthiş ya…

Bakın İsmail Koç ne demiş?

Bakalım daha neler göreceğiz. Yakında Aziz Yıldırım da GS TV'ye çıkarsa hiç şaşırmayalım.

Bu ince espriye çok güldüm!

Ama espri deyip geçemeyin, içinde ne mesajlar yatıyor ha…

Esas haber bombasını ben patlatıyorum!

Papa, Müslüman olmuş!

Şaşırmadınız değil mi?

Galiba son 1 aydır, elbirliğiyle bize şaşırmamayı öğretiyorlar.

İnsan beyni de bilgisayar beyni gibidir. Hafızası gereksiz dosyalarla dolan bilgisayar donar kalır, algılamaz, çalışmaz…

İnsan beynine de sabah akşam o kadar çok ıvır zıvır dolduruyorlar ki en son sonunda artık olup-biten her şeye kayıtsız kalırız ve şaşırmaz hale geliriz…

İşin özü bundan sonra da olabileceklere şaşırmamaya hazırlıyorlar gibi geliyor bana…

Kim?

Ne bileyim ben?

Onu da siz bulun canım!

Saygı ve sevgilerimle…

Ömer Özdamar/23 Ağustos 2009/Burdur-Türkiye

‘’Dünyamızı sorularımızın cesareti ve yanıtlarımızın derinliğiyle önemli kılarız. (Carl Sagan)’’

Siz hala kitabımı almadınız mı? O zaman adresi veriyorum:

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=439776

http://www.idefix.com/kitap/normal-otesi-ask-omer-ozdamar/tanim.asp?sid=UMSURS3EM4WBRLD0UYO8

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Hadi bu kör düğümü çözün bakalım...


Terör örgütü lideriyle 31 Temmuz 2009 günü avukatların yaptığı görüşmenin tutanakları ve o ünlü çözümün, yol haritası ortaya çıkmış.

Hem de çok daha radikal cümleler kırpılarak, sansürlenerek bir metin ortaya çıkmış.

Bakın İmralı’daki yol haritasından barış-severlere ne gibi mesaj veriyor?

-Türkiye’de Yaşar Kemal dahil hiçbir aydın sorunu tam olarak derinliğine kavrayamıyor.

-Kürt sorununun çözümünde kendisiyle müzakere edilmesinin şart olduğunu çünkü DTP beni temsil etmiyor, PKK beni temsil etmiyor. Bir başkası beni temsil etmiyor.
Emniyetle 90 gün müzakere etmem lazım. 90 gün müzakere ettikten sonra ancak sorunun emniyet yönü çözüm noktasına gelebilir. Sorunun askeri boyutunun çözülebilmesi için benim 45 gün müzakere etmem lazım. Bunlar çok hassas konular. Dediğim gibi sadece askeri yönünü masaya yatırmam için 45-90 gün müzakere etmem, tartışabilmem lazım. Sorunun diğer boyutları da ayrı, sosyal, kültürel, ekonomik bunları daha ağzıma bile almıyorum. Bunlar da ayrıca tartışılır.


-Ordu da bunu anlamalı. Bunu anlamalı ve bunun önünde engel olmamalı. Ordu öyle çok kendine güvenmesin. Kendini öyle çok güçlü hissetmesin. Çok kaotik, çok çatışmalı dönem olursa, çözümün önünde engel olursa ordu da ortada kalmaz, dağılır gider.

Not: Alıntı Milliyet Gazetesi.

Barış-sever biri olarak, barışta ısrarcı biri olarak ne yapacağımı şaşırdım.

Barış hevesimi neredeyse boğazıma düğümlendi…

Ne yapacağız şimdi?

Bu düğümü nasıl çözeceğiz?

Adam Yaşar Kemal’i tanımıyor, adam siyasi kanat DTP’yi tanımıyor…

Peki, kimi tanıyor?

Kendini tanıyor ve gelin benimle konuşun diyor.

Madem benimle müzakere etmeyecektiniz niye şimdiye kadar DTP ile, aydınlar ile, hatta PKK ile çözmediniz diyor…

Söyleminin ya da yol haritasının bütününe bakarsak; görüşme olmazsa kaoik ortam olur gibi aba altında sopa göstermeyi de ihmal etmiyor.

Bir barış-sever olarak, barışta ısrarcı olarak, pozisyonumun ne olacağına karar veremedim?

Neyse buraya kadar ironi yaptım. Şimdi gerçeklere tekrar dönüyorum.

Sizlere çok önceden demiştim. Cin şişeden çıktı artık, mümkün değil geri girmez…

Aydınların hele Yaşar Kemal Beyin düştüğü durumu hiç istemezdim. Adam resmen Yaşar Beyi, Kürt sorununu derinlemesine bilememekle itham ediyor, kısaca cahil diyor… Yuh yani bu kadar olur yahu…

Ben artık söyleyecek söz bulamıyorum. Mikrofonu yorumlarıyla barış-severlere, barışta ısrarcı olanlara bırakıyorum.

Saygı ve sevgilerimle…

Ömer Özdamar/22 Ağustos 2009/Burdur-Türkiye

‘’Dünyamızı sorularımızın cesareti ve yanıtlarımızın derinliğiyle önemli kılarız. (Carl Sagan)’’

Siz hala kitabımı almadınız mı? O zaman adresi veriyorum:

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=439776

http://www.idefix.com/kitap/normal-otesi-ask-omer-ozdamar/tanim.asp?sid=UMSURS3EM4WBRLD0UYO8

20 Ağustos 2009 Perşembe

Google davayı kaybetti...Haberlere, bloglara hakaret dolu yorum yapanlar yandı!


Amerikan kadın dergisi Vogue'un eski kapak kızlarından biri olan 37 yaşındaki Liskula Cohen, dünyaca ünlü arama motoruna Google'a karşı açtığı savaşı kazandı.

Dava konusu ise bir blogcu…

Manhattan'daki mahkemenin hâkimi, Google'ın sahibi olduğu blogger.com.'da söz konusu yorumu yazan blogçunun kimliğini açıklamak zorunda olduğuna hükmetti.

Bakın, blog yazmıyor. Blogger.com’da bir yazıya yorum yazıyor. Yorum sahibinin kimliğini gizleyemiyor.

Ne demiş bu yorumcu arkadaş?

"New York'taki fahişeler arasında birincilik ödülünü Liskula'ya verirdim" diyor ve modeli, "40 yaşlarında, psikoz hastası, yalancı, fahişe" diye niteliyor.

Aynı konuda projektörü kendi alanımıza çevirirsek; olay nasıl şekillenecek?

Bir blogda bu tür yorumlar yapıldığı ve dava konusu olduğu zaman, yorumu yapanın tüm kimlik bilgilerini kim verecek?

O hizmeti sağlayan birim verecek. Yani MB idaresi verecek.

Daha da açarsak; hiç temenni etmem ama hani olur ya, birisi MB sitesinde blog yazınızın altına hakaret dolu bir yorum yazmış.

Bakıyorsunuz, sayfası yoktur.

O zaman MB idaresini müracaat edeceksiniz ve bu yorumu yazan kişinin kimliğini size vermesini talep edeceksiniz. Çünkü dava konusu olacaktır.

Gerçi MB’da sadece mail adresleri var galiba… O da yeterli kimlik bilgisi sayılmaz herhalde ya…

Ondan dolayıdır ki bazı yorumlar ve mesajlar çok geç yerine ulaşıyor.

Anladığım kadarıyla tüm yorum ve mesajlar tek, tek okunuyor. Bu tür suç teşkil edecekler hemen siliniyor.

Blogçunun avukatı Anne Salisbury ise bu hükmün, sanal ortamda her tür kötü yoruma maruz kalan kişinin yasal yollara başvurabilmesinin kapısını açtığı ve bu tür davalarda büyük bir artış olabileceği uyarısında bulundu.

Evet, bence de herkes ağzına geleni yazamayacaktır.

Bu arada geçen günlerde bu konuda bir blog yazmıştım, öyle anımsıyorum.

Haber ve Blog hizmeti sağlayan site yetkililerinin haftanın birkaç gününü adliyede geçirdiklerini, uygunsuz yorum yapanlardan usandıklarını, isim ve kimlik listelerini savcılığa teslim ettiklerini anlatıyorlardı.

Sanal deyip sallayanlar, galiba rahat olamayacaklar…

Doğrusu da olmamaları gerekiyor.

Saygı ve sevgilerimle…

Ömer Özdamar/19 Ağustos 2009/Burdur-Türkiye

Siz hala kitabımı almadınız mı? O zaman adresi veriyorum:

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=439776

http://www.idefix.com/kitap/normal-otesi-ask-omer-ozdamar/tanim.asp?sid=UMSURS3EM4WBRLD0UYO8

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Saç neden dökülüyor?


Saçını sık tarama, kel de kalma…

Saçını sık tarama, sonra da saçlarını arama…

Son araştırma ne diyor?

Günde 3 defa saç tarayanın, günde 2 defa saç tarayandan daha çok saçı döküldüğü saptanıyor.

Bu ne demek oluyor?

Bırakın dağınık kalsın oluyor, ehhh hala kaldıysa tabi…

Bu durum kimleri daha çok ilgilendiriyor?

Zırt pırt saçını tarayan kadınları özellikle çok ilgilendiriyor…

Peki, bundan sonra ne yapıyor kadınlar?

Sadece sabah saçını tarıyor ve o tarağı bir daha eline almıyor…

Ne zamana kadar?

Ertesi sabaha kadar…

Gerçi türbanlı kadınlarımız için pek sorun gibi durmuyor.

Çünkü türbanı çöz, saçı çöz, tara ve geri türbanı bağla hem mekân, hem de zaman olarak mümkün durmuyor…

Tüm söylediklerim ışığında beni ciddiye almıyor musunuz?

O zaman işte kanıtları:

Araştırma kapsamında 14 kadın, haftalar boyu her gün tarama sırasında dökülen saç tellerini saydı. Sonuçta, saçın ne kadar fazla taranırsa o kadar fazla döküldüğü ortaya çıktı.

İsrailli bir cildiye uzmanının yaptığı araştırma, çok sık taramanın saç derisini güçlendirmek yerine saç dökülmesine yol açabildiğini ortaya koydu.

Daha ne yapayım, sözümün altını doldurmak için?

Bence tarakları atın, taraksız yaşayın!

Olmaz mı?

O zaman günde bir kez tarak kullanıyorsunuz.

Olmaz mı?

O zaman günde 5 defa tarak kullanıyorsunuz ve kel kalıyorsunuz…

Ne diyeyim başka arkadaş?

Saygı ve sevgilerimle…

Ömer Özdamar/10 Ağustos 2009/Burdur-Türkiye

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Samsun, Bandırma Vapuru, Mustafa Kemal Paşa...


Samsun’da Gazi Müzesini, Bandırma Vapuru Açık Hava Müzesini, Tütün İskelesi ve Temsili Bandırma Vapuru...

Buraları dikkatlice gezdim, okudum ve inceledim.

Şimdide elbette doğruluğu yanlışlığı tartışılabilen kendimce bazı sonuçlar çıkardım.

Önce o meşhur Bandırma Vapuru ne olmuş, biliyor musunuz?

Bandırma Vapuru; 1925 yılında İlhami SÖKE isimli şahsa satılarak, aynı şahıs tarafından 4 ay içinde Haliç'te sökülmüştür.

07 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Atatürk, 12 Mayıs 1919 tarihinde de müfettişliğine atandı.

Atama öncesi ve sonrası Padişah Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genel Kurmay Başkanı) Cevat Paşa (Çobanlı), İç İşleri Bakanı Mehmet Ali Bey ile sürekli temas halinde ve işbirliği içinde bulunuyordu.

Kim?

Mustafa Kemal Paşa ya da eski yıldırım orduları komutanı Mirliva (Tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa…

07 Kasım 1918’den Samsun’a hareketi olan 15 Mayıs 1919’a kadar İstanbul’da hem de İngiliz işgali altında, Şişli’de bir evde yaşıyordu.

Tam 209 gün İstanbul’da işgal altında yaşamaya devam ediyordu.

Anlaşma ya da Mondros Mütarekesi gereği İstanbul’u işgal eden İngiliz kuvvetleriyle, Osmanlı yönetimi uyumlu şekilde çalışmaya devam ediyordu.

Bence Atatürk şöyle düşünüyordu:

Bu işgal bir şekilde bitecek. Yeniden düzen kurulacak. Osmanlı tarih sahnesinde var olmaya devam edecek…

Ama öyle olmadığı sonradan anlaşıldı. Yazının sonlarına doğru neden öyle olmadığını okuyacaksınız.

Samsun ve ahalisinde baş gösteren karışıklıkları sona erdirmek üzere İngilizlerin telkiniyle bir yerde tehdidiyle, Osmanlı Yönetimince, Ordu Müfettişi olarak görevlendirilen Mustafa Kemal Paşa, ulusal bir direnişi başlatmayı öngörüyor muydu?

Bence öngörmüyordu.

Peki, ne zamana kadar?

Samsun’a 19 Mayıs 1919’da geliyor. 2 gün sonra haber alıyor ki İzmir Yunan işgaline uğramış.

Sadrazam Damat Ferit’e telgraf çekiyor ve diyor:

‘’Bu işgal kabul edilemez ve kabul etmiyorum’’’

Bu belge Samsun Gazi Müzesinde mevcuttur.

Yine bana göre Mustafa Kemal Paşa ile Osmanlı Yönetimi arasında ilişki ya da bağ bu telgrafla bitmiştir.

Daha sonra Havza ve Amasya’ya gidiyor. Amasya Müzesinde gördüğüm bir belgede Amasya Müftüsü bakın ne deniyor:

‘’Paşam, arkanızdayız. Gazanız mübarek olsun!’’

İşte olay burada başlıyor.

İşgale karşı ulusal direnişin fitili artık burada ateşleniyor.

Bana göre Yunan işgali olmasaydı belki de böyle bir ulusal direniş hareketine Mustafa Kemal Paşa girmeyecekti…

Benimkisi tahmini bir yorumdur arkadaşlar!

Hani gördüklerimi, yaşananları, okuduklarımı sentez ediyorum; en azından bir tahmini yorum yapıyorum.

Mustafa Kemal Paşa, Yunan işgalini asla içine sindiremedi?

Neden acaba?

Bence 1821 yılına kadar Osmanlı idaresinde yaşayan Yunan devletinin, emperyalist devletlerin yardımıyla Osmanlı’dan bağımsızlığını alması ve boyunduruğu altında yaşadığı devletin doğduğu topraklarını işgal etmesidir.

Buna Osmanlı Devletinde birçok görev üstlenmiş Mustafa Kemal Paşa’nın içine sindirmesi bence mümkün değildir.

Yine bence Yunan işgaline, Osmanlı Devleti’nin de yeşil ışık yakması, Mustafa Kemal Paşa ile bağlarının tamamen kopmasına yol açmıştır. Eğer Osmanlı yönetimi bir bildiriyle bu işgalin kabul edilemez olduğunu ve sonuna kadar direnileceğini ifade etseydi, çok daha farklı gelişmeler yaşanabilirdi…

Gelelim, Mustafa Kemal ile beraber gelen 18 kişinin kimliklerine…

Samsun’a Müfettişlik Karargâhına 18 subay ile birlikte çıkıyorlardı. Bu subaylar, o günkü rütbeleri ile şunlardı :

1- Üçüncü Kolordu Komutanı Kur. Alb. Refet (Bele)

2- Müfettişlik Kur. Bşk. Alb. Kazım (Dirik)

3- Müfettişlik Sağlık D. Başkanı. Dr. Alb. İbrahim Tali (Öngören)

4- Kurmay Bşk. yardımcısı Yarbay Arif (Ayıcı)

5- Müfettişlik Karargahı İstihbarat Müdürü Binbaşı Hüsrev (Gerede)

6- Topçu Binbaşı Kemal (Doğan)

7- Dr. Binbaşı Refik (Saydam)

8- Başyaver Yzb. Cevat Abbas (Gürer)

9- Yzb. Mümtaz (Tunay)

10- Yzb. İsmail Hakki (Ede)

11- Yzb. Ali Şevket (Öndersav)

12- Yzb. Mustafa Vasfi (Süsoy)

13- Üsteğmen Hayati

14- Üsteğmen Arif Hikmet (Gerçekçi)

15- Üsteğmen Abdullah

16- Teğmen Muzaffer (Kılıç)

17- Şifre Kâtibi Faik (Aybars)

18- Şifre Kâtibi yardımcısı (Atasev)

Şimdi bu listeyi kim belirliyor?

Mustafa Kemal Paşa mı, Erkan-ı Harbiye mi? (Osmanlı Genel Kurmayı)

Bence Erkan-ı Harbiye belirledi.

Neden mi?

Asayişle ilgili sorunu çözecek bir ekip oluşturulmuş gibi duruyor da ondan…

Bir diğer ilginç not ise şudur:

Mustafa Kemal Paşa müfettiş olarak görevlendiriyor ve yola çıkmadan Padişah Vahdettin tarafından kabul ediliyor.

Padişah, Paşadan ne istiyor?

İngilizlerin şikâyetçi oldukları problemleri çözmesini istiyor ve Paşaya "Fahri Yaverlik" veriyor. Ve en son Padişah Vahdettin bakın ne diyor?

‘’Paşa Paşa Devleti kurtarabilirsin"

Paşanın yanıtı ne oluyor?

‘’Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime inanabilirsiniz, bana emrettiklerinizi bir an bile unutmayacağım’’.

Tüm bunların ışığında tahmini yorumum şu oluyor: Atatürk, Samsun’a giderken; ulusal direnişi örgütlemek üzere gitmediğini düşünüyorum ve bunu tekrar yineliyorum.

Ne zaman Yunan işgalini haber aldı, derhal bugünün tabiriyle ‘’B PLANI’’ uygulamasına geçti.

Bir diğer yorumum ise Bandırma Vapurudur. Eğer bu kadar kutsal bir amaç için kullanıldığı varsayılsaydı; 1925 yılında bu vapur hurdaya ayrılıp parçalanmazdı.

Milli Kurtuluşun sembolü olarak mutlaka hak ettiği yeri alırdı.

Tüm bunları niye yazdım?

Mustafa Kemal’in hakikaten bir deha olduğunu kesinkes kanıtlamak içindir.

Mustafa Kemal’in ulusal kurtuluş savaşının başlatmasında ne gibi faktörler rol oynamıştır, bunu göstermek içindir.

Ulusal Kurtuluş Mücadelesine başlarken neler olmuş, neler bitmiş, daha farklı bir dille anlatmak içindir.

Hepsi budur!

Saygı ve sevgilerimle…

Ömer Özdamar/05 Ağustos 2009/Burdur-Türkiye

‘’Dünyamızı sorularımızın cesareti ve yanıtlarımızın derinliğiyle önemli kılarız. (Carl Sagan)’’