31 Ekim 2011 Pazartesi

Burdur ili Bucak ilçesinde ana yol asfaltlama komedisi…



Bucak merkezde Üçgen kavşaktan, Şirlek (Hoca Ahmet Yesevi Cad. ve Ramazan Selen Bulvarı) noktasına kadar yaklaşık 3 km.’lik yol, geçtiğimiz günlerde asfaltlandı.





O yol üstünde olan tüm esnaflar, evler, dükkanlar şikayetçiler…

Neden?

Asfalt demeye bin şahit lazım arkadaş! Çünkü sürekli toz kalkıyor, küçük mıcırlar sağa-sola dağıtılmış, yani baştan sağma bir iş olmuş…

Belediye itfaiyesi sürekli suluyor ve tozun kalkmasını engellemeye çalışıyor…

İyi de, Bucak ilçesi bu kadar mı sahipsiz ve ilgisiz… Bir yetkili, bir sorumlu çıkıp: ‘bu asfalt olmamış, derhal yenileyin’ diyecek bir ses, bir nida yok mudur?

Valla bu yolun böyle yapıldığını Sayın Ulaştırma Bakanı duysa; herhalde kıyameti koparır…

Yanlışa yanlış diyecek, olmamışa olmamış diyecek, kısaca kral çıplaksa çıplak diyecek, Bucak AK Parti’li aslan yürekli yok mu arkadaş?

Tabi, burada vatandaşa da iş düşüyor.

Nasıl?

Telefon, faks, e-mail aracılığıyla bu yanlış işi şikayet etmesi lazımdır.

Sordum birkaç esnafa:

-Yoldan memnun musunuz?’

-Hayır

-Ne olacak peki?

-Bilmiyorum…

İlaveten deniyor: Aman abi, bunu yazabilir misiniz?

Neyse sokak gazetecisi refleksiyle ben de bugün gittim, fotoğrafladım, videoya çektim. Artık gerisi kamuoyunun bilgisine, ilgisine kalmıştır.

Ömer ÖZDAMAR
Bucak-BURDUR 

29 Ekim 2011 Cumartesi

KCK operasyonu ve sonuçları ne olabilir?


Kim ne derse desin; sessiz ve derinden PKK ile mücadelede yeni bir aşamaya geçildiği kesindir…

Galiba bunun ilk emaresini Fatih Altaylı verdi.

Ne zaman? 17 Ağustos 2011 günü…

Ne dedi? 1400 Kürt tutuklanacak…

Filmi biraz daha öne çekelim?

Takvim yaprakları 14 Temmuz 2011 gününü gösterirken Silvan saldırısı gerçekleşiyor.

Sonra iktidar kanadı gelecek adına siyasi bir karar alıyor… En önemlisi ise bir tanımlama yapıyor. Peki, ne diyor?

PKK’nın askeri kanadıyla organik bağı olduğunu, yanı sıra halkla örgütün temasını kurduğu siyasi kanadın, KCK yapılanmasıdır…

Tekrar ediyorum: Kim diyor?

İktidar…

28 Ekim 2011 tarihine geldik. Sanıyorum KCK tutuklamalarının sayısı 500’e yaklaştı.

Peki, bu taktikle nasıl bir sonuç bekleniyor?

Bence temel amaç; örgütün halk üzerinde etkisini ve organizesini sıfırlamak… Yeni anayasa yazımıyla bu kararını desteklemektir…

PKK silahlı örgütünü nasıl etkiler?

Bence PKK yol ayrımını geldi. Hatta ‘olmak ya da olmamak’ (to be or not to be) üzerine hesaplar yapıyor şu günlerde...

Farkındaysanız geçmiş yıllarda yaptığını bu kez yapmadı. Türkiye içinde ve dışında yani Kuzey Irak kamplarında bulunan silahlı militanlarını kış kamplarına çekmedi. Arazide kalmaya aktif eylemci olarak devam edecekleri talimatı verildi. Kim verdi? Kandil…

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Kış aylarında PKK saldırıları ve eylemleri devam edecektir…

Sorumuza geri dönersek; 2-3 aydır devam eden yoğun KCK tutuklamaları örgütün kolunu kanadını kırar mı?

Bence kırar gibi gözükse de kırmaz… Çünkü dış desteği hala çok güçlüdür…

Bakın, herkese bir algıyı üzülerek aktarmak isterim. Türkiye sınırlarını Kapıkule’den çıkın ta İngiltere’ye kadar gidin ve sıradan bir vatandaşa sorun: PKK nedir?

‘’PKK Kürt Halkı’nın özgürlük mücadelesini yürüten silahlı örgüttür’ şeklinde duyacağınız yanıt cümlesi sizi şok edici olsa bile maalesef algı böyledir… Asla bize söylendiği gibi ‘terör örgütü’ tabirini hiç duyamazsınız…

Türkiye’nin gelecekteki planlarında PKK meselesi birinci gündemi olacaktır ve çok zorlanacaktır.

KCK üzerine tutuklama operasyonu neyi hedeflemektedir?

Bence AK Parti iktidarı üzerindeki toplum baskısını hafifletmekten ibarettir. Yani karamsar havayı biraz olsun dağıtmaktır. AK Parti’ye destek veren ancak çok sıkışan kalemleri, biraz olsun soluk almalarını sağlamaktır.

Beğenen, beğenmeyen okurların çıkacağına inandığım yazımı burada sona erdiriyorum…

28 Ekim 2011 Cuma

Van depremi, PKK ve savaşın raconu…


Malumunuz 23 Ekim 2011 günü Türkiye’miz 7,2’lik depremle sarsıldı, şoka uğradı, Van ilimize yardım yağdı, Erciş ilçemizde can pazarı yaşandı…

PKK tüm bu hengame içinde ne yaptı? Bildiği yolda yani savaşa devam etti… Maalesef insani değerleri yok saydı…

Oysa savaşan ülkeler, halklar bu tür olağanüstü doğa felaketi karşısında hep insanlık tarihine şu notu düşer: ‘Geçici olarak ateş kes’

PKK’nın insanlık değerlerine birazcık sahiplenmesi olsaydı; uyulsun ya da uyulmasın ateş kes ilan etmesi gerekirdi…

Olmadı bu hareket olmadı! Van merkezde, ilçelerde, köylerde can pazarı yaşanırken; ideolojik bile olsa savaş olmaz…

Hem de Van merkezde polisle çatışmak, molotof atmak; hem insanlığın iflasıdır, hem de bunu cümle aleme ilanıdır. Çok ayıp çok…

Bu tutumun; ne savaşın raconuna, ne de örgütün ideolojisine uyumlu olduğunu kimse iddia edemez… Bence örgütün kendi kendini imhasıyla ya da intihar etmesiyle eş anlamlıdır.

Hem hakları için savaştığını iddia ettiğin insanlar toprak altında bir an önce kurtarılması gerekirken, hem de engelleme çabaları… Bu ne yaman çelişki arkadaş!

Bölge deprem acısını ve yaralarını sarmaya çalışırken; savaşa devam demek; örgütün ne kadar dejenere olduğunun kanıtıdır. Şimdiden söylüyorum; gelecekte insanlar bu durumu mutlaka sorgulayacaktır…

Bakın, depremden 2 gün sonra Van merkezde polisle çatışma görüntüleri tam bir akıl tutulmasıdır… Yahu kardeşim sırası mı şimdi? Hakikaten deli olmak lazım deli… Merak eden aşağıdaki videoya bakabilir…



Şehitlerimiz ve Türkiye manzarası…


Bu konuya başlık bulmakta bile inanın, zorluk çektim… Hani Van’da büyük doğal afetle sarsıldık ya, üzüldük hatta kahrolduk ya…

Sonra toplumsal dayanışma refleksimiz harekete geçti ya, hani hükümet, medya lokomotif görevi üstlendi ve kadirşinaslık örneği sergilendi ya, müthiş ve etkili yardımlar toplandı ya…

Tam da bu noktada duygu bölüşümü yaşadım… Yahu niye bu toplum binlerle rakamsal vücut bulan şehitlerimiz için hem hükümet hem de medya kanadından seferberlik tarzı yardım ve dayanışma kampanyası düzenlediğini görmedim diye isyan ettim…

Şu tezimi çok rahatlıkla savunabilirim. Şehidine sahip çıkmayan bir toplumun ne geleceği vardır, ne de tutabileceği toprağı..

Arkadaş! O şehidimiz zorunlu askerlik hizmeti nedeniyle anasını, babasını, işini, kaydını bırakmış ve Hakkari iline gitmiş… Şehit olmuş ve törenle toprağa verilmiş…

Öyleyse bu şehidimizin varsa eşleri, çocukları, yaşıyorsa annesi, babası tabiri caizse dünya nimetlerinden kral gibi faydalanmalıdır…

Neden mi?

Tahminen 1 milyona yakın zorunlu askerliğe gitmeyen ve tecil ettiren gençlerimiz dururken bu şehidimiz ise hiç tereddüt etmeden askere yazılmış, kısa bir eğitim sonrası Hakkari iline gitmiş ve şehit olmuş… Maalesef bu şehidimizin evinde yas hakim olurken meğer yoksullukta evin üstüne kabus gibi çökmüş… Bu şehidimizin evinde borcunu ödeyemediği için elektrikler kesikmiş… Yuh yani yuh!

Peki, neler yapılmalıdır?

-Şehitlerimiz varsa eşleri ve çocuklarına hemen TOKİ’den ev tahsis edilmelidir… İsterse TOKİ dairesi bedeli verilmeli, köyüne, kasabasına evini yaptırmalıdır.

-Şehitlerimizin çocuklarına ücretsiz ve en güzel okullarda eğitimi sağlanmalıdır…

-Şehidimizin dul eşine ve yetim çocuklarına ayrı ayrı makul bir oranda maaş bağlanmalıdır.

-Şehidimizin anne-babasına sosyal güvenlik şemsiyesi altına hemen alınmalıdır. Kalan ömürlerini şehit anne-babası olma gururunu, şerefi taşıyacak ortam ve yaşam standardı mutlaka yakalanmalıdır…

Bu yazıyı neden kaleme aldım?

Valla, hissiyatım kolay yanılmaz; gördüm ki, şehitlik mertebesi artık sıradan iş muamelesine tabi tutulması, hatta ‘amannn gitmeseymiş oralara’ tarzı avam ve basit serzenişleri duyar gibi oldum…

İşte bu çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Bu kafayla gidersek gelecek yıllarda duvara çarpmamız yakındır… Haberiniz ola!

26 Ekim 2011 Çarşamba

Şişli Atatürk Evi



Mustafa Kemal Atatürk, Milli Mücadele Çalışmaları sırasında kiracı olarak Şişli’deki bir evde Aralık-1918/16 Mayıs 1919 tarihleri arasında kalmıştır.  


Bu evde, yaklaşık 6 ay süreyle, bir sürü gizli-açık görüşmeler, müzakereler yürütülmüştür. Velhasıl kafamda yanıtlandırılması gereken birçok soruya yanıt bulacağım düşüncesiyle; 25 Ekim 2011 günü İstanbul/Şişli’deki bu evi ziyaret ettim.

Atatürk’ün özel eşyaları ve suluboya resimler dışında o kritik 6 aya ilişkin tek bir belge, tek bir yazışma, tek bir ipucu maalesef göremedim.

Mustafa Kemal, Aralık 1918-16 Mayıs 1919 tarihleri arasında kaldığı bu evde asker ve sivil arkadaşlarıyla birlikte vatanın kurtuluş planlarını hazırladı. Çalışma arkadaşları arasında, İsmet (İnönü) Paşa, Ali Fuat (Cebesoy)Paşa, Kazım (Karabekir) Paşa ve Rauf Orbay gibi önemli isimler vardı.

İyi de planlamayla ilgili tek bir not yoktur. Oysa benim aradığım; o eve gelen sivil ve askerlerden kimin ne söylediği, kimin ne önerdiği, o eve giriş-çıkışlar İngiliz işgalci kuvvetinden nasıl gizlendiği konularına dair küçükte olsa ipucu aradım ama bulamadım.

Velhasıl o ev gerçek tarihi misyonuyla, içindekiler senkronize olmamış. Yani üzülmedim demesem yalan olur…

Ev içinde dikkatimi çeken Sevr antlaşmasından doğan bölüşüm ve işgal haritasıdır.  Haritaya göre Konya-Antalya-Burdur bölgesi İtalyan’lara kalmış ve asker çıkarmış. Mesela bir İtalyan Bölüğü Bucak İlçesine gelmiş, 3-4 ay ikamet etmiş. İlginç olan işgalden kimse rahatsız olmamış. Hatta İtalyan bölüğüne keçi, koyun satılmış… Ha keza İstanbul’a İngilizler gelmiş ama gözle görünür hiç direniş olmamış…
Demek istediğim şudur: Mustafa Kemal gibi önder, lider, deha çıkmasaymış işgal kalıcı olacakmış.  Haritaya göre etrafı tamamen işgal kuvvetlerince sarılmış Ankara, Yozgat, Çorum gibi iller Osmanlı’ya bırakılmış…









22 Ekim 2011 Cumartesi

Deniz Feneri davası ve tahliyeler…


Yok, canım! Bu kadar zamanlama pes yani… Niye öyle diyorsun derseniz; yahu Çukurca Keklik Tepe üs bölgesinde 21 askerimiz şehit olmuş, 16 askerimiz yaralanmış, toplam 24 şehidimizle şoka uğramışken, üzüntüye gark olmuşken, ‘Deniz Feneri’ davasından tahliye haberi geldi… Hadi zamanlamayı geçtik diyelim… Büyük soru şudur: Tahliye talebini kabul etmeyen, hatalı işlem yaptığı iddiasıyla görevden alınan savcılarımızın yerine atanan yeni savcılarımız; sanıkların tahliye istemini hemen kabul ediyor ya… Peki, savcılarımızın tahliye istemini kabul etmeyen sulh ceza hakimimiz de görevden alınıp yer değişir miydi? Bilinmez…

Bu arada adalet, hak, hukuk terazimiz sağlamdır diyeceğim ama aklıma hemen ne geliyor? Sincan Cezaevinde yatan Deniz Feneri sanıklarını ziyaret ettiği iddia edilen (halen yalanlanmadı) 170 AK Parti milletvekili, 2 bakan gözümün önüne gelince, ne diyeceğimi bilemiyorum, sadece yazık oluyor bu güzel ülkeye diyorum…

Bu tahliye işlemine adalet penceresinden bakınca; bence hiç şık durmadı. Çok sevdiğim ülkemin geleceği adına maalesef vicdanlarda yara açtı. Hadi iş hayatında, parasal işlemlerde, ihalelerde anlarım ama adalette bile AK Partili olan, olmayan ayrımı ‘’algısı’’ yaratılırsa bu güzel ülkemiz asla huzuru, refahı, mutluluğu bu-la-maz

AK Parti siyaset üstü ne kadar mesele varsa hep kendisine oy veren yüzde 50 üzerinden hesap yapıyor. 9 yıllık siyasi yaşamında hiçbir zaman yüzde 100 toplum desteğini aramıyor… Mesela PKK terörü konusunda İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de 1 milyon vatandaşın karşı koyuşunu, protestosunu gö-re-me-yiz… Bu tezimin sonuna kadar arkasındayım. PKK terörünü telin edecek 1 milyon kişi toplansın, ben bu toplumun sosyolojik, psikolojik yapısını hiç anlamamışım diyeceğim… Mümkün değildir çünkü toplumda artık Türkiye-PKK ayrımı yerine AKP-PKK ayrımı yapılmaya başlandı…

Hele medya patronlarını karşısına alıp toplantı yapılması çok yanlış olmuştur. Terörle ilgili yayın politikası konuşulacaksa genel yayın yönetmenleri, Ankara temsilcileri davet edilir ve brif edilir… Patronlar olunca verilen mesaj açıktır. Söylediklerimi yapmazsanız, işleriniz zora girer olmuyor mu?

Neyse geleceğe dair söyleyeceklerimi söyledim ve gittim…

20 Ekim 2011 Perşembe

PKK ile Türkiye savaşının muhtemel sonuçları…


Benim yazı stilim bellidir… Olup bitenlere dair düşüncemi sansürsüz ve bodoslama söylerim…

Olup bitenlere verilecek isim noktasında artık hepimiz hemfikiriz… Evet, bu bir savaştır.

Savaşın tarafları kimlerdir?

Bir taraf Türkiye Cumhuriyeti Devleti güvenlik kuvvetleri, diğer taraf PKK…

Kimler savaşın sorumlusudur?

Türkiye Cumhuriyeti Devletini yöneten iktidar, diğer taraf ise Kandil diye adlandırılan PKK karargahı…

Ne zaman başladı bu savaş?

1984 yılında… Ve maalesef 2011 yılında savaş hala devam ediyor…

Savaş yerine barış ne zaman olur?

Bir taraf beyaz bayrağı çekince…

Savaşın evrensel kuralını hepimiz biliriz.

Nedir o?

Sen öldürmezsen, sen ölürsün…

Savaşta hümanizme yer yoktur.

Savaşta iktidarı sürdürme adına siyasete hiç yer yoktur.

Olursa ne olur?

Yapan taraf çok kayıp verir…

Evrensel savaş hukuku Cenevre sözleşmesiyle bellidir. Merak edenler aşağıdaki linki okuyabilir…


Ha buna uyulur mu? Küresel ya da lokal savaşlara bakarsak maalesef kimse uymuyor…

Gücü olan er veya geç savaşın galibi oluyor. Güçsüz olan ise kaybetmeye mahkum duruyor.

Gelelim, PKK-Türkiye savaşının yakın gelecekteki sonuçlarına… Çok can sıkıcı düşünce demeti burasıdır.

Çok üzgünüm ama geleceğe dair düşünce üretimimde duygu üstü davranmak zorundayım. Peşinen söylüyorum: Kızmaca, darılmaca yoktur… Çünkü gelecekte olabileceklere dair senaryomsu düşüncemi açıklıyorum...

2002 yılından beri PKK ile savaşa inanmayan bir iktidarla karşı karşıyayız.

Neden?

Nedeni iç ve dış dinamiklerdir. Dışarıda başta ABD, İsrail, Almanya, Fransa, İngiltere ve Rusya gibi ülkeler… İçerde ise muhafazakar ve dindar köklerden gelen bir siyasi düşüncenin mevcudiyeti ve iktidarı…

Bu noktayı açmamı beklemeyin, çünkü hem ayrı bir yazı konusudur, hem de çok defalar değindim…

Savaşın galibini belirlemede konjonktür ya da zamanın ruhu da tali belirleyicidir. Arap baharı adıyla halkların özgürlük talepleri tüm dünyada sempatiyle ve coşkuyla karşılanmaktadır.

Tahminim odur ki, savaş oyununda uzatmalar oynanıyor ve 2012, en geç 2013 yılında PKK-Türkiye savaşı sona erebilir…

Aslında bu savaşı 2008 yılında bir taraf kaybetti.

Nasıl mı?

21 Şubat 2008 tarihinde Kuzey Irak’a yapılan ‘Güneş Harekatı’nı ABD Başkan Bush’un derhal bitirin emriyle 29 Şubat 2008 günü Kuzey Irak’tan çıkılmasıyla bir taraf fiilen psikolojik üstünlüğü kaybetmiştir. Doğaldır ki diğeri üstünlük kurmuştur.

Senaryo-1: Kaybedilen savaş sonrası iç kargaşalık çıkar, iktidar istifa eder, TBMM’de grubu bulunan 3 parti ulusal hükümet kurar… Uluslararası barış konferansı toplanır. BM gözetiminde diğer tarafa tam özerk hali verilir.

Senaryo-2: Milli birlik hükümeti kurulur. Topyekûn seferberlik ve savaş ilan edilir. Kuzey Irak ve Suriye İşgal edilir. Sınırlar yeniden çizilir…

Senaryo-3: ABD’nin zorlamasıyla gizli müzakereler yürütülür ve 2013 yılında Irak’ta olduğu gibi kısmi özerklik yapısı kabul edilir.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Doğum günü ve 50 yaş…


Evet, kabaca bu yaşam işinin 3’te 2’si tamamlandı sayılır… Kalan son dilimde neler olacak, neler bitecek, bilinmez ama neler yapacağım, neler edeceğim bilinir…

Evet, 20 Ekim günü 49 yaş bitti, 50 yaş başladı… Üzüleyim mi, sevineyim mi, doğrusu tam karar veremedim…

En aktif hobim yazma üzerinedir… Dünyada ve Türkiye’de olup-bitenlere dair yazma işi çok yordu artık… Zaten olmuş-bitmiş, ondan sonrası için söylenen, konuşulan, yazılan bence manasızdır… Önemli olan olacakları, yaşanacakları öngörü şeklinde yazabilmektir. Geçmişi ve şimdiyi analiz etme yerine geleceği kurgulamaktır esas olan… Düşüncenin gücü kendini o zaman gösterir kanaatindeyim…

2006 yılından şimdiye kadar 2 bini aşkın siyaset, magazin, gündelik yaşam konularında yazılar yazdım. Görüş ve düşüncemi herkesle paylaşma zevkini yaşadım. Bazen sevildim, bazen kızıldım ama hiç şaşırmadım. Yazı yazanın kaderi böyledir. Birileri karşı çıkar, birileri destekler, böylece yazılar canlı organizma gibi hüviyete bürünürler…

Popüler kültür için ‘Normal Ötesi Aşk-1’ ve ‘Normal Ötesi Aşk-2’ isimli fantastik hatta hayal ötesi 2 kitabım basıldı… Popüler kültür için sadece eserin etkin olmadığını pek güzel öğrendim. Yazarın yaşı, cinsiyeti, medeni durumu gibi öğelerin hepsinden daha belirleyici olduğunu iyicene anladım.

Neyse 50 yaş ve sonrası için neler yapacağım, yukarıdaki yazdıklarımdan herkes anlamıştır. İnatla ve ısrarla geleceğe dair düşüncelerimi paylaşmaya devam edeceğim.

Son olarak tüm insanları, tüm hayvanları, tüm bitkileri seviyorum. Vahşi hayattan koparıp aldığımız kedi ve köpeklerle özellikle ilgileniyorum. Elbette elimden geldiğince yardım ediyorum. Şu günlerde 1 köpek, 4 kediye ilaveten sokaklardan topladığım çaresiz 6 yavru kedinin bakım ve beslenmesini üzerime almış bulunuyorum. Soğuk kış aylarını ölmeden geçirmesine çalışıyorum.

Demek oluyor ki yaşamımın son dönemimde asla para kazanma gibi derdim olmayacak. Çalışma yok, hobilerimi yaşama var…

Naçizane tavsiyem şudur ki, 0-25 ya arası çocukluk, eğitim olup 25-50 yaş arası çalışma, 50-75 yaş arası ise gönlünce hobilerini gerçekleştirme şeklinde periyotlara bölerseniz daha mutlu olacaksınız…

Doğum günümü kutlayan, iyi dileklerini sunan tüm dostlarıma, arkadaşlarıma şimdiden kucak dolusu selam ve sevgilerimi gönderiyorum… 

17 Ekim 2011 Pazartesi

Fahiş sigara zammı ve müthiş ters algılama retoriği…


Yahu 5,5 TL’ye satın aldığım, halen içtiğim sigarama yüzde 44 oranında fahiş zam yapıldı. Muhtemelen ülkemizde 10-15 milyon tiryaki olduğunu varsayarsak; düştükleri makus talihsiz hallerini birazdan yorumlayacağım…

Ne diyor Sayın Başbakanımız?

Kardeşim sigara içmezsin olur biter, ne olacak.

Yaşadığımız zamanın öncesine gidelim ve M.Ö 4. YY Atina Demokrasisi içinde yaşanan bir gerçekliği aktarmak isterim…

Her Atinalı vatandaş gidip; Atina Meclisi’nde konuşmak için ücret karşılığı Platon gibi felsefecilerden retorik (hitabet) dersi alırlarmış… Retorik kendi içinde bir bilgi bütünü oluşturmaktan çok kendi dışındaki bir nesneye, düşüncenin gerçeklikle, önermelerin verili bir olguyla uyuşmasına yani doğruluğa erişme yoludur. 

Bizim başbakanımız 21. YY’da kimden retorik dersi alıyor, bilmiyorum, ama toplumu ikna ediyor ve üslubunu herkes seviyor… Karşılığında yüzde 50 oy alıyor…

Burada yatan retorik sanatı ise sigara içenlerle, içmeyenleri kurnazca tartıya çıkarılması ve karşılaştırılmasıdır…

Fahiş sigara zammı, sigara içmeyenlerin tam desteğini alması, azınlığa düşürülen tiryakilerin ise itirazlarına neredeyse meczup muamelesi yapılmasıdır…

Oysa ki, açıklanması ya da tartışılması gereken şudur: 1,5-2 TL maliyeti olan, legal üretilen bir paket sigaranın 5 TL vergiyle 7 ve 7,5 TL’ye satılmasıdır.

‘Kardeşim sigara içmezsin olur biter, ne olacak.’ Diyen başbakandan şunu duymayı çok isterim: Yasaklayalım sigarayı, üzerinde sigara paketi taşıyanlar ilk suçta 500 TL para cezası, 2. yakalamada hem 1.000 TL para cezası hem de hapis cezası vardır… Bu durumda biz tiryakiler, ne yapacağız? Doğaldır ki, bulamayınca içmeyeceğiz…

Bunun yerine tiryakiler iliklerine kadar devlet eliyle sömürülüyor… En kötüsü de tüm tiryakilerin ‘çaresizlik sendromunu’ tüm semptomlarıyla yaşamasıdır. Bunu bilen Sayın Başbakan, ‘ne kadar fahiş zam yaparsam yapayım nasıl olsa alacaklar’ retoriğiyle hareket ediyor, üstüne üstelik içmeyenleri, içenlere karşı belli oranda hasım haline getiriyor… Oysa tiryakilerden alınan fahiş vergilerle içmeyenlere yol, su, elektrik, gaz gibi hizmetler geldiği maalesef göz ardı ediliyor… Tiryakilere minnettarlık duyulacağına bir de hakir görülüyor…

Neyse daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Nasıl olsa kimse anlamayacak, kimse dinlemeyecek… 

14 Ekim 2011 Cuma

AK Parti Milletvekilleri Sincan Cezaevini yol etmişler…


Önce iddiaya bakalım mı?

‘CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç ve ismini vermediği başka bir bakan ile 170 AK Parti milletvekilinin, "Deniz Feneri" soruşturması şüphelilerini Sincan Cezaevinde ziyaret ettiklerini’ söyledi...

Başka neler söyledi?

Neden 170 AKP’li milletvekili ve 2 bakan gruplar halinde Sincan Cezaevini ziyaret eder? Burada şüphelilere birtakım teminatlar mı verilir? Bu durum bile başlı başına, şüphelilere imtiyaz yaratmak ve adli mercilere gözdağı vermektir. İtiraf psikolojisi içine girenlere, acaba biraz sabredin mi deniyor? AKP, maalesef bu tablonun odağında yer almaktadır. AKP’nin paniği buradan kaynaklanmaktadır. Gözü kara bir şekilde karartma yapılmakta, delilleri ve soruşturmaya müdahale edilmektedir. Deniz Feneri ilişkilerini ve bu kirli ilişkileri takip edeceğiz.

Şimdi gelelim bu iddialar üzerine düşünce ve yorumuma…

Bir kere iddialar çok vahimdir. 2011 seçimlerinde 327 milletvekili mevcuttur. Demek oluyor ki AK Parti milletvekillerinin yarıdan fazla Sincan Cezaevini yol etmişler…

İddiaya göre kime gitmişler?

Deniz Feneri tutuklu sanıklarına…

Kim bunlar?

Eski RTÜK Başkanı Zahid Akman,
Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman,
Kanal 7 Genel Müdür Yardımcısı ve Yönetim Kurulu Üyesi İsmail Karahan,
Kanal 7 Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çelik,

Hadi film şeridini geri saralım ve neler olup-bittiğini anımsayalım…

3-4 yıl dava oyalandı, işte tercümesi 1 yıl sürdü, işte soruşturmayı yürütecek savcıları belirleyecek başsavcı ataması uzun süre yapılamadı, en sonunda 3 savcı görevlendirildi ancak soruşturmanın ortasında Adalet Bakanlığının önerisiyle HSYK tarafından görevden alındı…

Bu iş uzadıkça, davanın unutulması yerine tam aksine AK Parti aleyhine süreç dönmeye başladı…

Benim merak ettiğim şudur: Uçan kuşu görüntüleyen yazılı ve görsel medyaya ne oldu acaba? ‘Gruplar halinde AK Parti milletvekilleri Sincan Cezaevine gitti’ iddiasını görmeyen, duymayan medyaya yuh olsun…

Toplumda nasıl CHP ile Ergenekon davası arasında illiyet algısı kuvvetli ise AK Parti-Deniz Feneri davası da neredeyse aynı rotaya girdi…

Peki, bu algı nasıl değişebilir?

Deniz feneri davasında kimin ne kusuru varsa, gitsin, adalet önünde hesap versin demesi gerekir.

Diyebilir mi?

Valla Davut Dişli, Mir Dengir Fırat davalarında yaptığı gibi ‘Deniz Feneri’ davasında da aynı şekilde davranmayacağı geçen 3 yıllık süreç bize kanıtlıyor.

AK Parti’yi bir PKK, bir de ‘Deniz Feneri’ büyük siyasi zarar vereceği öngörüsünde bulunabilirim. Aslında zamlar, yüzde 20-25’lik devalüasyon, diğer gelişmeler mevcut iktidarı çok zor durumda bırakabilir… Gel gör ki, etkisiz, inandırıcılığını kaybetmiş, güven sıralaması yerlerde sürünen bir ana muhalefet partisinin varlığı AK Parti’nin rahat olmasını sağlıyor… 

CHP Milletvekili İsa Gök, yazık etti yazık…


Hadi biraz film şeridini 2-3 ay geriye saralım ve olup-bitenleri anımsayalım…

Seçimler bitti. CHP bir karar aldı.

Neydi o karar?

Seçilen ancak tutukluluğu devam eden milletvekilleri salıverilinceye kadar TBMM’de yemin etmeme…

Güzel!

Aradan çok zaman geçmedi; Kütahya/Simav’da AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan orada toplananlara ve Türkiye kamuoyuna ne dedi?

Siz bakmayın bu CHP’lilerin yemin etmeyeceğiz dediklerine, tükürdüklerini yalayacaklar ve gelip yemin edecekler…

Güzel!

Bu bir poker deyimiyle ya herro ya merro anlamına gelir… Ya kaybettiklerini kazanacaksın ya da köklü biteceksin restidir…

Bir süre sonra ne oldu?

Başta Genel Başkan Sayın Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP’li milletvekilleri gittiler, yemin ettiler…

Resti görmediler. En az zararla siyasi poker masasından kalkalım kararına vardılar.

Ne olduysa oldu, içlerinden birisi rest çekti. Masada kalıyorum, parti kararına uymuyorum ve yemin etmiyorum.

Güzel!

Ha dedim içimden! CHP’lilerin içinden sembolik de olsa ya da bir kişi de olsa,  onurlu duruşu sergileyecek her zaman bir kahraman çıkar inancımı bir kez daha teyit ettim.

Yavaş yavaş hem milletvekili bölgesi Mersin’de, hem tüm Türkiye’de siyasi kahraman olmaya emin adımlarla ilerliyordu…

Kim?

CHP Mersin Milletvekili Sayın İsa Gök…

Güzel!

Gel zaman, git zaman masadan ben de kalkıyorum, tükürdüğümü yalıyorum diyen bir açıklama yapıyor. Ne diyor?

‘’Hukuk dışılığa dikkat çekme, haykırışlara kulak verme ve milli iradeye sahip çıkma adına başlatmış olduğum eylemimi, Meclis içtüzüğü gereği iktidar grubu tarafından milletvekilliğimin düşürülmesi aşamasına gelinmesinden dolayı sonlandırıyorum.’’

Tüm hayallerim suya düştü. Kahraman olacak dediğim İsa Bey, meğer blöf yapmış ve kartondan aslanmış.

Oysa ki, milletvekilliği düşürülseydi, Mersin’e normal vatandaş olarak gitseydi, avukatlık mesleğine dönseydi; başta ben olmak üzere tüm CHP’liler ayakta alkışlasaydı, siyasi kahraman tacını başına taksaydı, ne güzel olurdu…

Olmadı. Maalesef siyaset, ilke, duruş göstermekten daha çok şahsi menfaatler baskın gelince; kahraman olma şansını bile ıskalamaya neden oluyor.

Ne olacak milletvekilliği düşse? Ne kaybedecek?

4 yıl süreyle milletvekilliği maaşı alamayacak, işte milletvekilliğinin sağladığı diğer sosyal hakları kaybedecek… Hepsi bu işte! Oysa kazanacaklarının maddi değeri ölçülemez bile… Çünkü duruşunla siyasi tarihe geçiyorsun… Bundan büyük ödül ne olabilir ki?

Bu arada TBMM’de ‘diz çök’ diye tempo tutan AK Parti Milletvekilleri hem sizi, hem de 5 bin imzayla size destek veren CHP’lileri de diz çöktürdünüz.

Velhasıl güzel başlayan hikaye hüsranla bitti. Hem size yazık oldu, hem de CHP’lilere çok yazık oldu…

Doktorlar için tam gün yasası ve CHP paradoksu…


Yaşı benim gibi 50’ye gelenler iyi bilir.. 1975 yılında olacak, yanlış anımsamıyorsam.. Sayın Ecevit, doktorlar için tam gün yasası çıkartmaya çok uğraştı ama siyaseten başarılı olamadı. O kadar sert tepkiler geldi ki en sonunda pes etti…

AK Parti hükümeti son 3-4 yıldır bu konuyu çözmeye çalıştıkça; CHP tabiri caizse takoz oldu… Nasıl? İşte Danıştay, işte Anayasa Mahkemesi gibi…

Neyse en son bir kanun hükmünde kararname ile hekimlerin muayenehane açma olanağını sınırlandı. Aslında Sağlık Bakanlığı hastanelerindeki hekimlerin bu yetkisi bir süredir zaten yoktu. Yalnızca tıp fakültesi hastanelerindeki öğretim üyeleri muayenehane açabiliyordu. Kanun hükmünde kararname bu noktada çok büyük bir sınırlama getirdi. Öğretim üyelerinin muayenehane açabileceklerini, ancak bu durumda fakültede hasta muayene ve tedavi edemeyeceklerini, dolayısıyla da herhangi bir ek ödeme alamayacaklarını hükme bağladı. Bu düzenleme, fiilen, öğretim üyelerinin muayenehane açma “hakları”nın ellerinden alınması anlamına geldi.

Mahkemesi’nin iptal ettiği düzenlemeye karşı kanun hükmünde kararname yoluyla “ya kamu ya da özel” sektör tercihinde ve uzman doktorların “senet imzalayıp” mecburi hizmete gitmelerinde ısrarlı.

Sayın Sağlık Bakanımız ne diyor?

“Kamuda çalışan bir doktorun, hastaneye gelen hastaya, çok hasta var, yatak da yok deyip, siz benim muayenehaneye bir uğrayın, deyip, orada para aldıktan sonra, ertesi gün hastaya hastanede bakması da aynı şey değil mi? Böyle şey olur mu? Kamuda çalışan doktorların sadece kamuda, özelde çalışan doktorların da sadece özelde çalışmaları düşüncesini öncelikle sosyal demokratların, solcuların desteklemesi gerektiğini eklemeyi de unutmadı.’’ “Hatta” dedi, “Ben, geçen gün Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’yla aynı uçakla Ankara’ya geldim. Kendisine de söyledim. Sayın Genel Başkan dedim, bu yeni düzenlemelerle ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’ne gitmeyin.

Sosyal Demokrat bir parti olduğu iddiasında olan CHP, yol ayrımını gelmiştir. Ya doktorlar, ya da halk tercihini kullanacaktır…

Şimdiye kadar yaptığı irrasyonel bir tutumdur. Çünkü halkın lehine olduğu geçmişte Ecevit’in örnek girişimi göz önüne alınırsa; yok Anayasa Mahkemesi, yok Danıştay diye iptal başvuruları, elbette halkın gözünden kaçmamaktadır ve oya yansımaktadır. Daha açık söylüyorum kardeşim! 6 bin civarında doktorların çıkarını mı kollayacaksın, yoksa 60 milyon insanın çıkarını mı? Eğer iktidara gelmeyi düşünen bir siyasi partiysen, halkçı ve sosyal demokrat iddianda eminsen; şüphesiz ki 60 milyonun yanında duracaksın…

Kimse bana masal anlatmasın! Geçmişte muayenehaneye gitmeden ne ameliyat, ne hastaneye yatış, ne de ciddi bir tedavi mümkün değildi…

Kim ne derse desin AK Parti sağlıkta devrim yapmıştır. Çünkü neydi o eski sigortalı hastaların, eski Bağ-Kur’lu hastaların eziyetleri, ilaç çileleri…

Neymiş, mecburi hizmet olamayacakmış…

Kime?

Uzman doktorlara…

Yok ya, neden? Neye dayanarak böyle bir talepte bulunabiliyorsunuz… Kuzu kuzu gideceksiniz, yok başka yolu… Bu ülkenin her ilçesine uzman doktor gidecektir…

İyi de gitmek istemiyorum… Tamam, buyur git o zaman, hemen istifa et!

Muhafazakar bir bakanın, solcuların kendilerini bu konuda sorgulaması lazım demesi bile çok iç acıtıcıdır… Ben çok üzüldüm, hatta utandım…

Bakın, büyük vurgunların olduğu ilaç sektörünü dize getirdi. Kim? AK Parti iktidarı… Görüyorum bunları…

Şunu kabul ediyorum. Sağlık sektöründe özelleşme büyük oranda büyümüştür. Çoğu uzman doktor özel sektöre geçmiştir. Kamu aleyhine bir dönüşüm olmuştur. Buna neden olan ise para canlısı uzman doktorların olduğunu kanıtlamaz mı?

Yapma artık CHP! Lütfen bu düzenlemeyi Anayasa Mahkemesine götürme… Halkın yanında ol!

Not: Maksadımı aşarak üzdüysem ve kırdıysam doktorlardan özür dilerim. 

12 Ekim 2011 Çarşamba

Deniz Feneri ve köstebek


Valla daha önce bu konuda düşüncemi paylaşmıştım. Ancak CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaoğlu’nun açıklamasıyla Sayın Bakan Atalay’ı ‘KÖSTEBEK’ ilan etmesi, karşılığında Sayın Bakan’ın yazılı ve sözlü TV beyanatları bize geldiğimiz yeni bir aşamayı çok net gösteriyor…

Nedir o?

Kesin olan köstebek vardır. Ama o, ama bu, ne fark eder ki… Soruşturması ve gizliliği süren Deniz Feneri davasıyla ilgili birisi, Kırıkkale Belediye Başkanını, o da Kanal-7 yöneticisini aramış…

Ne demiş?

Yarın Kanal-7’ye baskın yapılacak, tedbirinizi alın…

CNN Türk kanalına açıklama yapan Sayın Bakan, şu noktayı kabul ediyor: Makamımdaki telefondan Kırıkkale Belediye Başkanı aranmış…

Bu aşamada Sayın Bakan mı aradı, yoksa bir emniyet görevlisi mi aradı bence çok önemi yoktur. Çünkü gizliği olan bir soruşturmaya birileri müdahil olmuştur ve adaletin tecellisini engellemiştir.

Ne yapılması gerekiyor?

Bence Sayın Bakan’ın ‘bana iftira atıldı, telefon eden ben değilim’ gibi karşılık verme yerine savcıya suç duyurusunda bulunarak; ‘İçişleri Makamı’nın telefonunu kullanan her kimse derhal bulunmasını ve cezalandırılmasını istemesi gerekir…

İddia odur ki, tam çıkmaz yol burada başlıyor. Çünkü makamından telefon ettiği ithamına maruz kalan emniyet görevlisinin şu an Sayın Bakan’ın korumasıymış…

Çare nedir?

Sayın Başbakan’ın sessizliği gösteriyor ki, bu konuyu araştırıyor. Muhtemelen Sayın Bakan’ın istifasını isteyecektir. Bu şartlarda ve durumda  başka da çıkış seçeneği yoktur bence…

Umarım, polemiğe girmeden sarih, anlaşılır ifade etmişimdir…

Twitter ve yazdıklarım içinden…


Son 15-20 günde yazdığım 140 karakterle sınırlı twitter ifadelerini derledim ve sizlerle paylaşmayı istedim. Yazdıklarımı ayrıca yorumlamaya çalışacağım. Hadi başlayalım mı?

1. Vaktinde önce gelen geminin limanda yeri olmazmış, vaktinden sonra gelen sevgilinin de aşkı olmazmış…

Doğru mu? Valla limanların işleyişi esasında düşünürsek zaman mutlaka belirtilir. Aşk ise zamanından sonra gelirse aradığını bulamaz. Çocukluk aşkı, gençlik aşkı sayarız ama 40 yaş aşkı, 50 yaş aşkı olmaz. Ne olur? Sevgi belki…

2. Etiket olduğun yerde hem ürünü hem de fiyatı sen belirlersin:)

Mesela Acun Ilıcalı ismi bir etikettir. Hem programı hem de fiyatı kim belirliyor? Elbette Acun Ilıcalı… O zaman bu söz yüzde 99 doğrudur.

3. Benin olmadığım yerde rüzgarım eser, o da bu aleme yeter…

Yazılarımı kastediyorum. Ben yokum ama yazılarım aleme sunuluyor…

4. Sevgilim bana hava atarken kendini kasma; senin damarındaki kan bile bana hasta...

Özgüvenim tavan yapmış yahu:)

5. Cehennemde mevsim yok sevgilim! Kesin ateşlerde yanacaksın…

Yorum yok:)

6. Ben de asılı duracağına, sende takılı kalsın…

Bu ne ya:) Erotik anlamı mı var?

7. Seviyorum ama kimi? En tatlı birini, nasıl anlatsam ki sana…

Kararsız abi:)

8. Güneşin doğuşu umutsa; batışı ne olur?…

Bence yeni bir umut için bekleme olur…

9. Yaşam zordur bilirim ama benim kadar zor değildir…

Problemli abi:)

10. Yıldızlar kadar parlak, onlar kadar güzelsin aranızdaki tek fark ise onlar milyon, sen teksin…

Offff bu da damar olmuş yani:)

11. Dünya fani, ölüm ani… Biz fakiriz diye sevmeyelim mi yani?

Emrah’lık oldu bu söz yahu:)

12. Gözyaşlarını silmek yerine gözyaşlarını akıtanı sil hayatından...

Köklü çözüm olmuş:)

13. Gidene üzülmem başkasına gider, gelene sevinmem başkasından gelir...

Çok manidar yahu:)

14. Ölen ölür, ölen gömülür, sana olan aşkım ise ne ölür ne de gömülür..

Adam sınırı aşmış abi:)

Şimdi sıra neye geldi? Gülmeceye ama erotik…

Yeni evli çift sabah uyanırlar, yatakta muhabbet başlar, kadın sorar kocasına:

-Ya senin ayakların neden bu kadar büyük?

-Çocukluğumda çok yalın ayak gezdim de ondan.

Peki ya, kafan neden bu kadar iri?

-Çocukluğumda hiç şapka giymezdim de ondan.

Kadın bir süre düşündükten sonra:

-Vah Vah! Ne olurdu çocukluğunda birazda külotsuz gezseydin…